Uzaklıkların ömrümüze gem vurduğu bir lisan ile demleniyoruz nicedir… Çokça konuşuyor gibi görünse de dünya, sonu meçhul bir sessizliğe bürünmüş vaziyette hâlimiz, ardı arkası kesilmez virgüller biriktiriyoruz avuçlarımızda, “ümitsiz”. Öyle ki dilimiz lâl, gönlümüz melâl… Melâl diyince, Ahmet Haşim’in dokunaklı cümleleri altını açıyor gibi gönül ocağımızın. Şöyle diyor; “Ne sen, Ne ben, Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ, Ne de âlâm-i fikre bir mersâ Olan bu mâi deniz, Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.”
“Sevdaya mecali olmayan, melâli ne bilsin” demiştim ben de, “O Belde” eserini okurken…
Sevda… âh sevda… Sorsalar, uğruna ömrü hiçe sayan bir gönül ikliminde, ‘nefes almanın adı” derim. ömür dediğin nedir ki, sevebildiği kadar değil mi herkes… sevebildiği kadar dokunmaz mı gökyüzüne güneş ve sevebildiği için doğmaz mı gün, zifire “rağmen”… Sevildiğini bilmeseydi bu kadar karanlık, yıldızlarıyla süslenir miydi her gece… kuşlar, çırpınır durur muydu minik gövdelerinin ötesinde; fâni dünyayı bâki eyleyen kanatlarıyla, düşme ihtimallerine rağmen. O vakit; bu kadar yoğun bir his, ömrü hiçe sayan bir gönülün kahramanı olabiliyorsa “evvelden”; şimdilerde melâli anlamayan bir nesle sitem etmiş Ahmet Haşim, çok mu?
Yaşadığı her an acziyetini hisseden…
Plânlarından, projelerinden çok, hayallerine ve dualarına güvenen…
“Cennet” hasreti çeken ve şu zalim dünyadan ara ara usanan kaç kişi kaldı dünyada…
İnsanların yaşadığı hayata ait, çetrefilli bir hüznün karşısında bağdaş kurup sonumuzu bekliyoruz! Hissis, renksiz, samimiyetten muzdarip bir gönül besliyoruz ve adına hayat diyoruz yazık ki.
Başımıza gelen musibetlerin ne kadar da tabiatımıza uygun bir hâlde var olduğu aşikâr… Neredeyse, “nerede o eski acılar” diyebilecek kadar, acı çekmeyi müzminleştirdik!
Biz uzaklaştıkça sevdalardan ve sahibini karıştırdıkça sevdaların… yağmurla beslenen bulutların, yağmurları insanlığa feda etmesinin hikmetini bilemedik diye belki de, tarif edemedik sırılsıklam aşkın izzet-i keremini…
“Rağmen sevmenin” sîretini bilseydik hâlbuki, uzaklığın sadece teferruattan ibaret olduğu ve muhabbetin, mesafeleri bertaraf eden, sadece bağ kurmakla meşru sayılan ikramından nasiplenebilirdik.
“Rağmen” derdik, her şeye “Rağmen”…
Âşıkların lügatında barınmaz mesafeler, öyle bir lisan ki bu, öyle bir yanmak ki, “Aşk ateşiyle yanan, cehennem ateşinden artık emindir. Zira bir kez yananı bir daha yakmak ne mümkündür…” der ya Fuzulî… Öyle işte!
Önce yanmak gerek, yanılmamak için… Böylesi izahlara mazhar olanlar için, dünyevi hastalıklar, fâni mesafeler, varlık içinde fukaralık yapan şımarıklıklar, derdi derde mahçup eden sızlanmalar ne komik. Oysa, çaresiyle muhatap olabilmenin sebebidir yara, yaradandan emanettir kıymetini bilene, şifası ismiyle müsemma bir nimettir…
Akıbetimiz; “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyen Yunus misali hayrolsun dilerim. Bizleri yanmakla müşerref eyleyen her ne ise, yangınların içinde İbrahimî bir sevdaya yoldaş eylesin. Hikmetine gönlümüzü emanet bildiğimiz; pervane eyle bizi yoluna…(amin)